12 Nisan 2011 Salı

RÖVANŞ

okuyacağınız öykü de tıpkı diğerleri gibi hayatın tam orta yerinden alındı.
yalnızca isimleri değiştirdim öykünün kahramanları tanınmasın kaygısıyla.
zaman ve mekan kavramlarıyla da oynamak zorunda kaldım tabi. ama bilesiniz bu öykünün kahramanları önlerinde eğilesi insanlar. ve o iki kahraman karşımda durup da birbirlerinin gözlerine bakarak, lafı birbirlerinin ağzından kaparak öyle samimi öyle içten anlattılar ki yaşadıklarını;yazmasam çıldıracaktım...

"yarım kalmış bir rövanş bu" dedi telefonun diğer ucundaki adama ve özgüvenli olduğu her halinden anlaşılan bir ses tonuyla sürdürdü konuşmasını, "şimdi git ve karının gözlerinin içine bak. bak bakalım, kendini görebilecek misin? göremiyorsan çekil aramızdan..."
adamın o gözlerde kendisini göremeyeceğinden ekmek kadar su kadar emindi bu sözleri söylerken.

"rövanş"

yarım kalmış bir rövanştı bu.
yıllar önceye dayanıyordu.
izmir vapuru'nun güvertesinden el sallayan o küçümen kız büyümüş, kocaman yürekli bir kadın olup dikilmişti karşısına.
güverteden sallanan o eli benden kaçıran, daha havadayken sarı bir halkanın içine hapsedenler final kurgusu yapmaktan acizmiş...
neden mi?
bakın anlatayım...

biraz keyifsizdim o gün, keyifsizliğin etkisi olsa gerek ayaklarım geri geri gidiyordu işe gelirken.
masama oturmamla telefonun çalması bir oldu.
açtım.
bir sese, salt bir sese ne kadar anlam yüklenir?
bazen hiç!
bazen kirlidir ahizedeki ses, sizi de kirletecekmiş hissi yaratır.
bazen ayakları yerden kesilir insanın, bazen de nefesi...
bu ses şöyle bir kıpırdattı yerimden.
canlı, diri, neşeli, duru, şiir gibi bir kadın sesiydi.

"erkan alkan'ı aramıştım" dedi.
"buldunuz işte" diyecektim ki tuttum dilimi, neme lazım mühim bir şahsiyet olur da çam deviririm düşüncesiyle "buyrun, ta kendisi" diye cevap verdim.
"siz kuzguncuklu erkan olabilir misiniz" diye sordu bu defa.
"evet" derken meraklanmaya başlamıştım.
şiir sesli kadın, adım adım ilerleyerek devam etti "ben nihal" dedi, "kuzguncuk'tan nihal, hatırladın mı?"
e tabi ya, bir ses bu kadar pozitif çağrışım yaptırıyorsa insana vardır bir kerameti...
hiç düşünmeden cevap verdim "nihal... hiç unutmadım ki!"

unutulur mu hiç!
hem bak sen de unutmamışsın aradan geçen onca yıla rağmen.
nasıl unuturum...
asker dönüşü söylemişlerdi hem de alıştıra alıştıra, nihal evlendi demişlerdi...
inanmadım tabi.
ama duydum ki babası layık görmemişti bana; "bir işçi parçasıyla evlenip ömür boyu üç kuruşa talim mi edecek benim kızım. olmaz öyle şey" demişti.
o günkü gibi bir sızı yayıldı içine anıları depreşince.
geçmiş günler film şeridi gibi aktı gözlerinin önünden derler ya!
doğruymuş, her hatırlayışında bir film şeridi akardı gözlerinin önünden.

gülümsedi!
nasıl da can havliyle asılmıştı küreklere.
yüzünü bir kez daha görmek için o devasa vapura yetişmeye çalışmıştı küçücük bir kayıkla.
yetişmişti de üstelik.
ama son görüşü olmuştu bu onu.
güverteden el sallayan o siluet yıllar boyu gitmedi gözünün önünden.
ve şimdi telefonun diğer ucunda "birkaç günlüğüne istanbul'a geldim. eğer uygunsan seni görmek isterim" diyordu.
uygun olmak mı?
buluştuk tabi, hemen buluştuk...

* * *

geçen yıllar çoğaltmış ikimizi de...
elindeki sarı halkadan bende de var şimdi.
bu halkayı oldum olası sevmem ama halkalıyız işte ikimiz de...
nasıl da büyümüş canım benim, kim der ki "bu kadın iki çocuk annesi" diye!
büyük olanı kız, o üniversitede.
oğlu da henüz lise öğrencisi.
iyi para kazanan bir de kocası var.
o konuştukça parmağındaki halkaya takıldı gözüm.
"benim sahibim var" der mi insanın parmakları, onunki diyordu işte.
üstelik o kadar kalındı ki sarı halkası bağıra bağıra söylüyordu "bu kadın sahipli, bu kadın sahipli" anonsu yapar gibi.
hoş onun gözü de benim parmaklarımdaydı.
ne düşündüğünü bilmek istemedim doğrusu.
kafamdan geçenleri yakıştıramadım kendime çünkü...

oğlumdan sözettim ona, içimden öyle geldi anlattım uzun uzun.
o da öyle.
hem çocuklarını hem ankara'yı anlattı.
"ankara'dan bana ne?" diyemedim, çünkü o anlatınca ankara gidilesi bir şehir oldu gözümde.
ama ne ben karımdan sözettim ne de o kocasından.
telefonlarımızı alıp ayrıldık o gün!

* * *

mutsuzdu.
bakışları beni gördüğünde güldü biliyorum.
su gibi, ekmek gibi ihtiyaç oldu nihal'in o duru sesini duymak.
her fırsatta konuşmaya başladık önce.
sonra ben ankara'nın yalnızca başkent olmadığını öğrendim geçen zaman içinde.
sıkça yolum düşer oldu ankara'ya.
nihal'de bir yolunu bulup daha sık gelmeye başlamıştı istanbul'a.

* * *

nihal'in duyguları içine sığmaz olmuştu o günden sonra.
gün boyu dolanıp duruyordu evin içinde...
bastıramayacağı kadar kabarmıştı yüreği.
bastırmalı mıydı peki?
neden bastırsın ki!
unutulmuş, ötelenmiş, örselenmiş, bastırılmış, sıkıştırılmış, vazgeçilmiş ne varsa kıpırdanmaya başlamıştı içinde...
farkediliyordu bu içi içine sığmayan halleri.
evdekiler eskisinden daha özenli davranmaya başlamıştı bir süredir.
o güne dek her tartışma sonrası "o zaman boşanırsın olur biter" diyen kocası bile pervane olmuştu etrafında...
kendi kendine gülümserken yakalanıyordu kocasına sık sık...
olmadık bir espiri karşısında kahkahalar atıyor, eskisi gibi öfkesi burnunun ucunda gezmiyordu evin içinde...
o farketmese de kanatsız bir melekti adeta.
bu davranışlar sıradışıydı nihal için.
evet kocasına gösterdiği tahammülsüz davranışları asla çocuklarına göstermiyordu ama genellikle neşe saçan bir hali de yoktu.
hatta neşelenip de dikkat çekmekten sakınırdı bile denebilir!
oysa son zamanlarda kocası da çocuklar da tuhaf bakışlarla izliyordu evin kadınını.
ya çok neşeli oluyordu ya dalgın!
kimi zaman da tatlı bir hüzne teslim oluyor, özlem duygusu kasıp kavuruyordu içini.
"bu böyle sürmez!" diyordu içiten içe...

* * *

aslında boşanmayı aklına koyalı epey olmuştu.
aklına koymuştu da çocuklardı elini kolunu bağlayan!
bir işi bir mesleği vardı ama aldığı üç kuruş maaşla iki çocuğuna iyi bir gelecek sunması imkansızdı.
kız üniversiteye girince hedefine biraz daha yaklaştığını hissetmişti.
oğlan da şu liseyi bitirse!
üstelik bu hesapların erkan'ı bulmasıyla da ilgisi yoktu.
hatta yarına kocasından boşanacağı günün hayaliyle tutunuyordu belki de.
ya erkan!
erkan olsa olsa süreci hızlandıracak bir katalizördü...
sıkıntılı geçeceği gün gibi aşikar günler başlamıştı artık!

* * *

erkan, uzun süredir bir yolunu bulup geç geliyordu evine...
oğlu olmasa işi kolaydı...
oğlu kıymetlisiydi, onu incitmek en son isteyeceği şeydi.
aslında böylece akıp gidebilirdi hayat.
zaten işi de seyehate elverişli olduğundan çok dikkat çekmiyordu bu durum.
şimdilerde ayakları geri geri gitse de aslında mutlu başlamış bir evlilikti onunki...
bir çeşit ortaklık da denilebilir.
ortak bir çevre, ortak anılar, ortak bir geçmiş, ortak bir ev ortak bir çocuk, ortak bir ge.....
orada dur işte!
ortak bir gelecek kuramıyordu bir süredir.
aslında nihal'le de bir ilgisi yoktu bu gerçeğin.
geleceğe dair kurduğu düşlerde karısına yer yoktu kaç zamandır.
ama erkekler eldeki bir kuşu, daldaki iki baykuşa tercih etmekte de bir beis görmüyordu ve o da en nihayet bir erkekti işte.
eldeki kuşun verdiği rehavet mi daldaki iki baykuşun her an uçup gitmesi ihtimali mi derseniz, eldeki kuştu makbul olan...
yine de nihal'in varlığı iyiden iyiye kurcalıyordu kafasını.
daldaki baykuştan vazgeçmek de işine gelmiyordu bir türlü.
karma karışık olmuştu kafası.

* * *

nihal'in de karma karışıktı kafası.
artık dayanılmaz bir hal almıştı içinde bulunduğu belirsizlik.
son görüştüklerinde erkan'a "sesini duymaya dayanamıyorum" dedi ve kesti görüşmeyi...
o günden sonra altı ay hiç aramadılar birbirlerini.
altı ay boyunca düşündü nihal...
sonunda verdi kararını, sonuç ne olursa olsun sürdürmeyecekti bu iki yüzlü yaşamı.
ayrılacaktı.

***

bir sabah vakti arayıverdi erkan'ı...
kararını ona da anlatmalıydı.
o da bilmeliydi kocasından ayrılacağını ve bu ayrılığın erkan olsa da olmasa da kaçınılmaz olduğunu...
çocukları da alıp istanbul'da aldı soluğu.
erkan'la buluştuğunda yeniden başa döndü duyguları...
yok!
ne yapsa ne etse erkan artık silip tamayacağı kadar girmişti hayatına.
ankara'ya döneceği akşam, o da biliyordu; bundan böyle hayatında erkan da olacaktı, hatta emindi artık.
tam bu hesaplaşmanın orta yerinde telefonu çaldı evin.
kocasıydı.
duygularını sezmiş gibiydi...
ya da ona öyle geldi.
iki şehrin orta yerinde bir otelde yer ayırtmıştı.
ailece bir kaçamak yapacaklardı!
kaçamak mı?
bunun anlamını çok iyi biliyordu nihal...
bir otel odasında, ayrılmak için gün saydığı bir adamla!
boğulacak gibi oldu.
'hayır' dedi kesin bir dille.
istemedi...
bunu nasıl yapacağını bilmiyordu ama bildiği o odaya asla girmeyeceğiydi.
yine de istemeye istemeye razı oldu çocuklar diretince.
razı olmaktan başka çaresi kalmamıştı.
buluştular!
"o odaya girmeyeceğim" diyordu içinden buluştuklarında.

* * *

eskişehir'de bir otel ayarlanmıştı.
çocuklara ayrı kendilerine ayrı bir oda tutmuştu.
donatılmış bir masanın etrafında başladı gece.
gözlerini gözlerine dikip kadeh kaldırdı kocası, bu bakışlara dayanamıyordu artık.
sıkıştı yüreği.
sahteydi her şey, masadaki tek gerçek çocuklarıydı.
'sanki' mutluymuş gibi yapmayacaktı, figüranı olmayacaktı bu masanın.
ani bir kararla çocuklara döndü
"babanızla özel konuşmam lazım" dedi ve odalarına gitmelerini istedi onlardan.
elektirik yüklü bir bulut çöreklendi masaya.

* * *

çocuklar gidince kocasına çevirdi çelik gibi bakışlarını nihal.
dolandırmadı lafı, doğrudan söyledi: "ben ayrılmak istiyorum"
kocasının o güne dek pervasızca savurduğu o tehdit, bumerang etkisi göstermiş, dönüp sahibine saplanıvermişti işte.
ilk kez boşanmaktan sözetmişti nihal, ilk ve son kez...


"neden? başka biri mi var?" diye sordu kocası inanılmaz bir soğukkanlılıkla.
gizlemedi, "evet" dedi nihal.
üç tahminde bulundu kocası, üçüncüde bildi...
hiç tanışmadığı halde "erkan mı?" diye sordu üçüncüde...
gizlemedi ve yine "evet" dedi nihal yüreklice.
sonra kendisini çok önceden hazırladığı tepkileri tek tek göğüsledi...
günlerce, haftalarca, aylarca siper etti kendini...
vazgeçmedi.

tahmin ettiği her yolu denedi kocası.
ama nihal bir gün bavulunu alıp çıktı o evden, gitti.
kocasınınkiyle kıyaslanmayacak kadar sıradan, küçücük bir ev kiraladı kendisine.
kocası paranın nihal'i engellemediğini görünce çocukları kullandı bu kez.
kararlıydı nihal, hazırlanmıştı yine vazgeçmedi.
sonunda bir yolunu buldu ve istanbul'a taşıdı evini.
kocası yine devam etti elindeki kozları kullanmaya...
dönüp bakmadı bile nihal!
artık bitirmişti.

* * *

nihal'in istanbul'a gelmesi erkan'ı rahatlattı rahatlatmasına ama işi daha zorlaştı.
bir yanıyla bir kat daha sevdi nihal'i.
yürekli kadındı, ayrılırken kendisinden yardım bile istememişti.
"sen olmasan da ayrılacaktım zaten" deyip bakkaldan ekmek almaya gider gibi bir doğallıkla ayrıldı.
gürültüsüzce, sessiz sedasız...
hem bir şeyler yapmak istiyor hem ne yapacağını bilemiyordu.
iyi de şimdi ne yapacağız biz?
kızıyla gelmişti nihal istanbul'a.
küçük bir eve yerleşmişler, oğlu da babasında kalmıştı.
sonra oğlu da geldi,
ama nihal her şeye rağmen düzenini kurdu ve o çelik bakışlarını bana çevirdi bu defa!
gözleri anlatırdı zaten herşeyi.
gözleriyle sorar, gözleriyle sever, gözleriyle olduğun yere çakar...
gözleriyle sordu bir gün.
sustum...

* * *

o gece "ben üzerime düşeni yaptım, sıra sende" diyen bakışların etkisiyle girdim eve.
yemek sonrası, durup dururken karıma dönüp "ben aşık oldum" dedim...
başka türlü söyleyemezdim zaten.
soğuk bir yel esti evin içinde.
anlamadı önce ya da anlamazdan geldi.
tekrar ettim, "ben başkasına aşık oldum. ayrılmak istiyorum" dedim.
çılgına döndü!
onu hiç öyle görmemiştim, tuhaf olan şu ki başka bir kadına aşık olan bana değil de beni ayarttığını düşündüğü "o kadın"a yani nihal'e yönelmişti öfkesi.
izin vermedim nihal'e hakaret etmesine.
çantamı toplayıp çıktım evden...
o hala bağırıyordu arkamdan.

* * *

işime yakındı tuttuğum ev.
nihal'le bir evimiz vardı artık.
o'nun eli değince cennete dönüşmüştü iki göz yer.
nihal haftanın birkaç günü bu evde, diğer günlerde de kendi evinde çocuklarıyla kalıyordu.
oğlu bir süre sonra babasının kurduğu işin başına geçti.
kızıyla baş başa kaldı nihal.
bende kaldığı bir gün yine soran bakışlarını dikti üzerime.
"şimdi ne var?" diyemedim ama anlayamadım da, herşey yoluna girmişti işte!
"girmedi" dedi nihal, bu kez seslice sordu "ne zaman boşanacaksın? neyi bekliyorsun?"
böyleydi bu kadın, dolambaçsız sorardı...
öyle ya ayrılmıştım ama aylar geçtiği halde resmen evliydim hala.
oysa nihal hatırlatmasa kağıt üzerindeki resmiyet bana anlamsız geldiğinden olsa gerek aldırmıyordum bu duruma.
sevdiğim, yıllarca hasretini çektiğim, aşık olduğum kadından yana kullanmıştım tercihimi.
ama haklıydı.
öyle seviyordum ki, aldım telefonu elime, avukat bir arkadaşımın numarasını çevirdim ve nihal'in gözlerinin içine baka baka ertesi gün boşanma davasını açmasını istedim ondan.
sarıldık birbirimize, sımsıkı; asıl şimdi kavuşmuşçasına...

* * *

ha şu "şimdi git ve karının gözlerinin içine bak. bak bakalım, kendini görebilecek misin? göremiyorsan çekil aramızdan..." meselesini mi merak ettiniz...
nihal sonradan anlattı.
doğruca eve gitmiş telefon konuşmamızın ardından.
tutmuş kolundan nihal'i ve "gözlerime bak" demiş.
nihal'in haberi yok tabi durumdan, boş gözlerle bakmış öylesine.
görememiş adam kendini anlayacağınız.
oysa ben 12 yıldır ne zaman baksam kendimi görüyorum o ışıltının orta yerinde.
geç oldu ama rövanşı biz aldık,
nihal'le ikimiz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder