DÜŞ'ME...
hani derler ya "çarşaf gibi..."
işte öyleydi deniz; kıpırtısız, dingin, huzurlu ve sanırım en önemlisi de uçsuz bucaksız.
gizemliydi de...
onu gizemli kılan belki de bu, uçsuz bucaksız oluşu.
ne bittiği yer belli ne de içinde barındırdığı uçsuz bucaksız yaşam.
gözüne gözüne sokmuyor insanın sarıp sarmalayışını.
sessizce sarıyor, hissettirmeden, sessiz sedasız ve bir o kadar emin...
nasıl da huzurlu görünüyor.
bak şu iskeleye, o bile yer bulmuş kendine...
uçsuz bucaksız bir dünyaya çaktırmadan sızmış gibi.
ince ve uzun.
bir dakika!
o nedir o?
iskelede sandal mı var?
evet evet irice bir sandal...
ıslak tahtaların ayak uçlarımdan başlayıp dalga dalga bedenime yaydığı titreşim eşliğinda yürüyorum sandala doğru.
sandala mı denize mi belli değil aslında.
sandal öylece duruyor, oysa deniz beni çağırıyor.
bir davet bu, sarıp sarmalamak istiyor...
ben de istiyorum bunu!
bu iskeleyi seviyorum ben, buluşma noktamız o bizim.
denizle benim.
zaten bana aitmiş bu iskele.
iskele benim ama ucuna ilişen sandal benim değil.
kimin peki? niye burada?
mola vermiş olmalı sahibi.
kimse görünmüyor oysa etrafta ama dur biraz, sandaldaki şapkayı tanıyorum ben...
bu şapka...
tabi ya!
bu şapka hemen arkamda duran evin sahibine ait.
iki katlı bir ev.
alt katta ne var bilmiyorum.
üst katına da bir kez çıktım.
kalabalık bir davet vardı o gün.
ne garip davetsiz gitmiş, davetliymiş gibi karşılanmıştım...
o, yani şapkanın sahibi demek benim iskeleme basarak ulaşıyor evine!
sandalı benim iskeleme tutunuyor o yokken.
* * *
gördüğü düşün etkisiyle ayakları yerden kesilmiş gibi uyandı.
bir düş gördüğünü hatırlasa da aklında kalan tek şey çarşaf gibi bir deniz olduğuydu.
gözleri yarı kapalıyken duşun altına attı kendini.
ayılamayacaktı yoksa.
hayıflanarak "o çarşaf gibi denizi bulmuşken insan bi yüzer... akılsız kızım benim" dedi.
sandal, iskele, deniz...
bölük pörçük hatırlıyordu rüyasını ama yüzmediğine pişman oldu...
bi de yüzebilseydi daha güzel olacaktı rüya!
rüyaları başa sarıp istediğinde yeniden görebilseydik, ne güzel olurdu!
* * *
tıkınır gibi birşeyler atıştırdı, her sabah olduğu gibi kahvesini yudumlarken giyindi ve ayakkabılarını ayağına geçirirken de son yudumu alıp tek ayak üzerinde sekerek elindeki fincanı mutfak tezgahına bıraktı.
ayakkabısıyla mutfağa girmemiş oldu böylece!
yoksa kızardı kendine...
alelacele fırladı evden.
sokağı süpürmekte olan belediye görevlisine "günaydın" diyerek rüzgar hızıyla uzaklaştı.
adam şaşkın şaşkın bakakaldı arkasından.
"günü gününü tutmuyor bu kadının da. bi gün yüzüme bile bakmıyor bi gün tek tasası benmişim gibi halimi hatırımı soruyor ya da bu gün olduğu gibi günaydın deyip geçiyor... kadın kadın kime günaydın diyorsan ona bak! boşluğa bakarak konuşma benimle"
temizlikçiyi duyan kim!
adamın sabahını serseme çevirdiği yetmezmiş gibi, çiçeklerini yeni güne hazırlayan çingeneye de çaktı bi günaydın!
bu defa boşluğa değil sabah sabah kafasında bahar yeli estiren papatyalara bakarak söylemişti.
çingene kadının müşteri varken yalandan kullandığı 'gülümseme' ifadesi, kendi başına kalınca normale döndü yeniden...
tasalı ve mutsuzdu.
başkalarının yüzünü güldüren çiçek demetleri tezgahta olduğu sürece istese de gülemiyordu kendi başına kaldığında.
"günaydınmış! bi allahın günü de bi demet alıversen şuncaazlardan be kadın. bir kuruşun geçmedi boğazımızdan" diye söylendi...
o söylenirken çoktan her an devrilecekmiş gibi duran, her bindiğinde kendisine içten içe kızdığı minibüse attı kendini.
minibüs şoförüne bi şey demedi neyseki.
sadece parasını ödedi ve bulduğu yere oturdu.
o demedi ama başka bir kadın "bi-pi alır mısınız şurdan" diyerek uzattı parasını...
"ne alayım?" diye sordu şoför anlamamıştı.
"bi-pi" diye tekrarladı kadın...
şoför yine anlamadı.
- "bi ne?"
kadın farketti nihayet...
bu defa da karşısındaki sağırmış da sesini duyurmak istermiş gibi bir ifade takınarak türkçeleştirdi benzin istasyonunun adını:
- "be-pe..."
- "ha... bp" dedi şoför, anladığını karşı tarafa da belli etmek için.
katıla katıla gülmeye başladı rüyasında gördüğü denizin rehavetinden ne yapsa kurtulamayan kadın.
dilini ısırdı ama nafile, omuzları sarsılıyordu gülmekten.
kendi canını acıtarak durdurabildi gülmesini zar zor ama aklına geldikçe yine başlıyordu gülmeye.
gözünden yaş gelmişti ki "son durak" dedi olanca aksanıyla şoför.
az önceki çekingen tavrından eser yoktu.
herkesten önce indi minibüsten.
koşar adım gazete bayine yöneldi, hala gülüyordu.
gazeteci onu uzaktan gördüğü anda hazır etti gazeteyi.
ikiye katlayıp uzatırken "günaydın abla, hayırlı işler" dedi kadından önce davranıp.
her sabah günaydınlaştığı o gazeteciyle de hiç göz göze gelmemişti kadın.
yine gelmedi.
bir eliyle gazeteyi alırken, diğer eliyle önceden hazırladığı 50 kuruşu uzattı.
gazetenin manşetine bakarken büfeye yöneldi adımları.
"ablama bir çayyy" diye bağırdı büfeci, sabahçılar için dizilen taburelerden birindeki yerini alırken çayı da hazırdı; dondurma dolabından bozma masanın üzerine serdi elindeki gazeteyi.
okumasını sürdürürken sigarasını da yaktı...
daha çayın yarısına gelmemişti ki vapur homurdanmaya başladı...
bu onun vapuruydu işte.
rüyasındaki iskele gibi her sabah buluşmasını sağlardı denizle.
"a bak rüyamda iskele de vardı" dedi kendi kendine ama o iskelenin kendisine ait olduğunu hatırlamadı yine.
bu iskele o iskele olabilir miydi?
yok yok olamazdı, bu çok kalabalık bir iskele oysa rüyamdakinde yalnızca ben vardım.
bir de bu devasa vapurun yerinde irice bir sandal!
sandal!
tabi ya! sandal da vardı ama o benim değildi galiba...
düşünürken bir yandan da koşar adım yetişti vapura.
karton bardaktaki çay elini yaktı koşarken, yetmezmiş gibi döküldü de.
dikkati dağılmıştı.
bıraktı gazete okumayı.
denize daldı gözü.
çalkantılıydı deniz...
rengi de kararmıştı biraz.
sıkıntılıydı hali.
"bir derdi var bunun" diye geçirdi içinden...
göz göze geldi denizle.
günaydın demedi ona, demesine de gerek kalmadı; o anladı!
vapur artık başka hiçbir iskeleye yanaşmayacak, açık denizlere yol alacakmış gibiydi.
öylece bakakaldı denize.
hala uykuda olup olmadığını anlamak için bir çimdik attı koluna...
uyanıktı!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder