İFLAH OLMAZ BİR DOĞA TUTKUNUNDAN NOTLAR


biraz da bu yüzden severim depremi ben...
iflah olmaz bir doğa tutkunu olduğum için yani...
bu yüzden, bulduğum her ipin diğer ucunun nerede bittiğini merak eder, giderim peşinden...
hep yenilerini ararım, usanmadan...

dağlarda depremin izini sürdügünüzde, dev bir puzzle'ın parçalarını birlestirmeye çalışırken bulursunuz kendinizi...

biraz da bu yüzden severim depremi ben...
kah heybetli bir dağın yamacında çıkıverir karşınıza depremin ipuçları, kah derin bir vadide ...
sizi ona götüren yolun başlangıcında olduğunuzu anlarsınız, aynı dili konuşmayı biliyorsanız eğer...

ya da dev bir bıçakla kesilmiş gibi duran dev bir kayanın yüzeyinde de çıkabilir karşınıza...
tüm heybetiyle dikiliverir karşınıza...
yitirdiği diğer yanını istercesine bakar gözlerinizin içine içine ...

anlarsınız; bir zamanlar, kimbilir belki de milyonlarca yıl önce, yer yerinden oynamış buralarda.
yıllar sonra birileri çıkıp da bu toprakta neler olduğunu merak ederse diye de, şu karşınıza dikilen kaya parçasını armağan etmiştir size doğa...

o vadiler,,, o göller,,, ortasindan ikiye bölünmüs gibi duran heybetli dağlar, geçmişten günümüze bırakılmış ipuçlarıdir aslında.
'doğa'nın tarihi yazılıdır her birinin üzerinde...

doğru okuyabilirseniz, puzzle'in diğer parçalarına ulaşmamanız için bir sebep yoktur.
o parçalar ki kimi zaman kilometrelerce ötede çıkar karşınıza, kimi zaman burnunuzun dibinde bitiverir.

siz yıllar önceki bir depremin izini sürerken, olmadık bir anda karşınıza çıkan bir fosil, kulağınıza bulunduğunuz yerin milyonlarca yıl önce bir deniz oldugunu fısıldayıverir...
şaşkın şaşkın bakakalırsınız, yıllar önce taşlaşan küçücük bir canlının, yıllar sonra konuşabildiğini görünce...

aşık olursunuz ona, kocaman bir dağı okşarken bulursunuz yüreğinizi...
koca dağ yumusacık olur siz okşadığınızda, tüm cömertliğiyle varını yoğunu seriverir önünüze...

tutar elinizden, çekip zirvesine çıkarır sizi, eşsiz bir görsel manzara sunarak başlar işe...
oraya çıktığınızda anlarsınız ki, yamaçtayken gördükleriniz, binde biriymis göreceklerinizin...
doğadaki tek zirve, sizin ayak bastığınız yer değilmiş aslinda...
yepyeni zirveler oldugunu görünce, yeni bir 'puzzle' için yeniden sıvarsınız kolları...

hiç biri bağımsız değildir ötekinden ama, farklıdır her biri.
sizden o farkı bulmanizi ister gibi dikiliverirler karşınıza.
bulamazsanız, geçit vermeyecekmiş bir edayla...

oyuna katılıp katılmamak size bağlıdır ama, o başka seçeneğiniz yokmuş gibi kendinden emin dikilir karşınızda...

puzzle'ın parçalarını doğru yerleştirdiyseniz, hangi zirveyi seçeceğinizi de bilirsiniz aslinda...
o zaman, içiniz coşkuyla dolsa da şaşırmazsınız, deniz yüzeyinden metrelerce yüksekteki bir vadinin karşınıza çıkardığı çağlayana...
suyun o davetkar sesidir zaten sizi buralara getiren...
sanki siz geleceksiniz diye geçit vermemiştir, su zerreciklerinin dağın eteklerine süzülmesine...
kimbilir...

dağ başinda yüreğinizi coşturan, o suyu mecraından çıkarıp bulunduğu yere hapseden, geçirimsiz bir kil tabakasından başka bir şey değildir...
önünde diz çökerken bulursunuz kendinizi.
bir kil tabakasi dize getirmistir sizi...
tipkı suyu, taşı toprağı, koskoca dağı dize getirdiği gibi, sessiz sedasız...

kendinize gelmeye çalışırken, bu kez rengarenk toprak oynamaya başlar sizinle...
bukalemun gibi renk değiştirir karşınızda.
kızıl, yeşil, kahverengi, turuncu, sarı, siyah...
hiçbir rengin doğadaki kadar güzel görünmediğini farkedersiniz.
bu renk cümbüşünün geçmişi ele verdigine tanik olursunuz hayretler içinde...
masal gibidir anlattıkları, dinlemeyi bilene...

kimi binlerce yıl önce olanları anlatır, kimi milyonlarca yıl geriye götürür sizi.
zaman kavramı önemini yitirir birden...
sayfaları çevirip okumaya başlarsınız.
derinlerden gelen bir enerji başkalaştırmıştır her birini...
kimi bir volkan patlamasına tanık olurken almıştır parlak siyah rengini, kimi bir deprem sırasında kızıla boyanmistir.
iklimler bile iz birakmıştır üzerinde.
yıllar yılı el değmemiştir kimine...
kat be kat serilir önünüze geçmiş yıllar...
o katlardan birinin peşine takılıp kilometrelerce yürürken buluverirsiniz kendinizi...

bir de bakmışsınız, yola çıktığınız noktadan kilometrelerce ötedesiniz...
kah inmiş, kah çıkmışsınız...
kah dibe vurmuş, kah zirvelerin en güzelini tatmışsınız...
kah hayal kırıklığıyla son bulmuş ulaştığınız zirve, sert rüzgarlar savurmuş sizi ummadığınız
yerlere...
kah karşınıza çıkan çağlayan coşturmuş yüreğinizi inişe geçtiginiz halde...
inişiyle çıkışıyla hayatın ta kendisinden dinlersiniz; her inişin kötü, her çıkışın mutlak iyi olmadığını...
kaf dağı'nın gerçek öyküsünü, Ferhat'ın dağlari delen sırrını keşfedersiniz tek tek.
o gücün size geçtiği sanrısına kapılmanız işten bile değildir.


puzzel'in kalan parçalarini bir orman ya da uçsuz bucaksiz bir denizle tamamlayabilenlerdenseniz, hayatı güzel yaşamışsınız demektir. Gerisini düsünmeden devam edin yolunuza...

bırakın kendinizi, bardaktan boşanırcasına yağan yağmura...
dalından karadut yemenin keyfini esirgemeyin kendinizden.
dolu dolu yaşayın her anı, her birimizin kendi puzzel'larının oldugunu unutmadan...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder