bu öykü de hayatın tam orta yerinden alındı...
yaşananların yine eksiği var, fazlası yok.
biz yanlarından geçip gitsek de, farketmesek de ışığı yanan evlerin birinde az sonra tanışacağınız bir kadın barınıyor.
o ev belki de yan komşunuzun evi.
inanmazsanız, sabah olduğunda komşunuzun yüzüne bir bakıverin.
çenesindeki morluğun sandalyeden düştüğü için olduğunu söyleyecek size, inanmış gibi yapın olur mu!
eğer komşunuz değilse, otobüste yanınıza oturan kadın da olabilir öykümüzün mağduru.
o da mı değil?
o zaman şu şehir hatları vapurunun güvertesinden, dalgın bakışlarını sizin göremediğiniz bir yere doğru çeviren kadına bir de alıcı gözle bakın...
içlerinden birinin gözyaşının masmavi olduğunu göreceksiniz.
o maviyi görene dek sürdürün bakmayı...
"13 yıl evli kaldım" dedi kadın, mavi bir gözyaşı dudak kıvrımına doğru salınarak yol alırken...
diline gelen tuz kıvamıydı gözyaşını mavi yapan!
en mavi damladaki tuzun tadını yakaladı diliyle.
o tat ağzına yayılırken yürek sızlatan bir sevginin nasıl olabileceğini anlamaya çalıştı.
ı-ıh olmadı.
buz mavisiydi duyguları da, tıpkı gözyaşı damlası gibi!
oysa yürek sızlatan sevdalar her renk olurdu da mavi olmazdı, o-la-mazdı...
o kadarını o da biliyordu.
* * *
"kendini şaşırttığın oldu mu hiç durup dururken?
sebepsiz yere kendinden beklemediğin bir şey yaptın mı hiç?" diye sordu kendine en mavi damlanın ılık tadı diline yavaşça yayılırken.
yapmamıştı!
ama mavinin tadıyla tanıştığı o gün yapacaktı işte.
öyle bir şey yapacaktı ki, kendisinin bile dudağı uçuklayacaktı.
* * *
her zamanki gibi gün ışımadan fırladı yataktan.
hızlıca giyindi, banyoya geçerken çaydanlığın altını yaktı.
elini yüzünü nerdeyse ovalar gibi yıkadı o gün...
yüzündeki tüm izleri ovalayarak söküp atmaktı isteği!
yılların kiri pası bi yıkamayla temizlenmiyor diye düşündü aynadaki kendine bakarken, 'ama çıkacak!' dedi 'çıkacak!'.
çayı demledi.
her sabah o demlerdi çayı zaten...
demlerdi demlenmesine de o bir bardak çayı içecek zaman bulamazdı ne yapsa.
al işte fırsat ayağına gelmişti sabah sabah.
"bu gün ellerinle demlediğin o çayı içeceksin evden çıkmadan" diye emretti kendisine, "o çay içilecek"
çayını yudumlarken yatak odasından gelen -ve artık tahammül edemediği- horlama sesiyle kafasında bir şimşek çaktı!
hızlıca toparlandı, saçını başını şöyle bir düzeltti va ayakkabısını ayağına geçirdiği gibi sokağa fırladı.
aslında her sabah zaten fırlayarak çıkardı evden.
uzaktı işyeri.
üsküdar'dan etiler'e gitmesi tam tamına 1 saat 28 dakika sürüyordu.
tam saatinde işte olabilmek için her sabah aynı dakiklikle fırlardı.
ama bu defa, 13 yıl sonra bu defa ilk kez kendisi için fırladı.
iş umurunda değildi.
işe gitmeyecekti o gün.
çiçekçi yokuşu'ndan üsküdar meydanı'na indi koşar adım.
saate bakmak meydanın orta yerinde geldi aklına, sabahın 07.30'u olduğunu görünce kala kaldı olduğu yerde.
bu saat, kafasında çakan şimşeğin söylediklerini yapmak için çok erkendi. çaresiz saatin dokuz olmasını beklemesi gerekiyordu.
koskocaman bir 1.5 saat vardı önünde.
ya o 1.5 saatte aldığı karardan vazgeçerse!
endişelendi...
ama vazgeçmemeliydi, şaşırtacaktı kendisini, vazgeçemezdi.
önce gazete bayine uğrayıp bir paket sigara bir çakmak bir de rastgele seçtiği gazetelerden birini aldı...
adımlarını sayarak yürürken, "iki çay çekkkkk, biri demli olsun, bi de kepeğe beyaz peyirli tost abime" diye bağıran sesin cazibesine kapıldı ayakları.
"bir çay da ben alabilir miyim" dedi, izin alırmış gibi.
aldı çayını ve büfenin yan tarafındaki banka oturdu.
elinde çay, başladı gazetenin sayfalarını karıştırmaya.
* * *
okumuyordu...
kendisine bakıyordu dışardan.
"insan biçimine bürünmüş bir doğum kontrol hapı gibisin" dedi gördüğü kadına, "şu haline bak!".
içindeki diğer kadın yine karşısına dikilmiş ve büyük bir hünerle 30 saniyede kendisini berbat hissettirmeyi başarmıştı.
ama o da antrenmanlıydı bu konuda.
berbat hissetse de savunma kalkanı bir anda açıldı ve söylenen sözlerin bir kısmı o kalkana çarparak tuzla buz oldu.
böylece daha öncekilerde olduğu gibi yerle yeksan olmadan toparlandı ve
"demek öyle!" diye dikeldi karşısına.
"sen, kendi kocan tarafından tecavüze uğradın mı hiç?" diye sordu öfkeli gözlerle...
hem de defalarca, hem de kusturacak kadar hem de, hem de...
getiremedi gerisini.
bir yumruk düğümlendi boğazına.
ağlamaya başlayacaktı ki, üsküdar'ın orta yerinde çay içerken katılırcasına ağlamaktansa içindeki kadına "allah belanı versin, az sonra yapacaklarıma sen bile inanamayacaksın" diyerek bir hışımla kalktı oturduğu yerden...
ara sokaklarına daldı üsküdar'ın, derin derin nefes alarak yürüdü uzun uzun...
boğazındaki düğüm geçene kadar yürüdü.
zamanı farketmeden ve ona aldırmadan yürüdü.
* * *
elleri bağlı bir biçimde içi su dolu küvetteki hali geldi gözünün önüne.
mavi gözyaşları harekete geçti yeniden...
tuzun rengi maviydi demek!
boğazına dek gelen su, sızım sızım sızlatıyordu moraran etini.
ciğerlerinde hissettiği acı yüzünden kesik kesik nefes alıyor, bağıracak kadar derin soluk alamıyordu.
değil bağırmak inleyemiyordu bile.
acıya teslim olan vücudu, hissizleşti giderek.
uyuşuk bir dalga yayıldı vücuduna...
saatler mi geçmişti, günler haftalar birbirini mi kovalamıştı o haldeyken?
hatırlayamıyordu ne yapsa.
tek hatırladığı, gözünden süzülen yaşın, küvetteki suyu maviye boyadığıydı.
bir de tekneler, balıkçı tekneleri!
masmavi suda salınarak yüzen tekneler.
o tekneleri gördü ama teknedekiler elleri bağlı kadının kanayan yüreğini göremedi.
suyun mavisi günbatımıyla kızıla döndü sandılar.
kızıl mavisi suda elleri arkasından bağlı bir halde yüzdüğünü hatırlıyordu kendine geldiğinde.
kızıl mavisi bir su...
kızıl mavisi...
kıpkızıl..
* * *
saate baktığında şaşırdı, dokuzu 20 geçiyordu.
bir fotoğraf stüdyosu arandı çarşının içinde.
ilk bulduğu stüdyodan içeriye girdi ve "şip-şak fotoğraf çekiyor musunuz?"
diye sordu.
"yarım saatten önce veremeyiz" dedi, karşsında duran yaşı geçkin adam.
hiç düşünmeden oturdu beylik fotoğraf makinesinin karşısına.
mamia marka makine, çocukluğunun makinesi.
çocukken başka yaşı geçkin adamlar, objektife bakmasını sağlamak için "bak şimdi burdan kuş çıkacak" diye kandırırlardı.
kuş çıkmazdı hiçbir zaman, artık öğrenmişti bu gerçeği.
artık kimsenin kandırmasına gerek kalmadan kendi başına gözlerini dikebiliyordu objektife.
işte böyle, şimdi yaptığı gibi.
artık kanmıyordu...
yaşı geçkin adam gülümsemesini istedi biraz.
ne yaptıysa bir tebessüm konduramadı kadının yüzüne.
oysa yaşı geçkin adamların söylemesiyle gülümsediği yıllar da çok geride kalmıştı.
yarım saat sonra eline tutuşturulan fotoğraftaki kendini gördüğünde bir kez daha anladı.
doğru yoldaydı.
hayattan hiçbir şey beklemeyen bir ifade vardı fotoğraftaki kadının yüzünde, "başa gelen çekilir" bakışı vardı gözlerinde, bir daha gülümsemeyeceğinden emin, kalıba sokulmuş gibiydi dudakları.
mavi sudan başka hiçbir şey sızamayacak kadar kenetlenmişti birbirine dudak kıvrımları.
yarından umudu kesmiş bir suratın suretini tutuyordu elinde.
kafasını kaldırdı bir aynaya baktı bir de fotoğrafa.
az sonra olacaklardan haberi olsa fotoğraftaki kadın da gülümserdi diye düşünüp, aynadaki kendine gülümsemeyi denedi.
beceremedi!
tüm beceriksizliğiyle gülen birinin taklitini yapıyor gibiydi görüntüsü.
* * *
oysa o gün nasıl da engelleyemediği bir gülümseyiş vardı yüzünde.
her zamanki gibi işten eve gelmiş, yorgunluğunu kapının dışına bırakıp ikinci mesai için kolları sıvamıştı ki!
yere serpiştirilmiş kırmızı gül yapraklarını gördü.
tam onları yerden toplamaya yeltenmişti ki yaprakların koridordaki devamına ilişti gözü...
ürkek ve meraklı adımlarına salona kadar eşlik eden yapraklar, salonun eşiğine geldiğinde görev devreder gibi gonca güllerle buluşturmuştu onu...
kalbinin ritmini değişirecek kadar gizemli bir rota izliyordu güller...
salona girmesiyle birlikte bir panflüt eşliğinde dans ederken buldu kendini.
kanadı olmadan da uçabiliyormuş insan!
ayakları yerden kesildi.
gözlerini birbirlerinden ayırmadan saatler boyu dans ettiler.
ve sonra büyü aniden kabusa dönüştü.
"onunla da böyle dans ettin mi?" diye sordu kollarında mutluluktan uçtuğu adam.
"kiminle?" diye soruyla cevap verdi kadın.
bir yandan dans etmeyi sürdürerek "o adamla işte!" dedi adam...
giderek canı acımaya başlamıştı, kastettiği eski kocası olmalıydı!
cevap alamayınca bağırarak yeniden sordu: "onunla da böyle dans ediyor muydun?"
gözü dönmüştü kıskançlıktan.
büyü bozuldu!
* * *
kendi kocası tarafından tecavüze uğruyordu...
kim inanır ki?
içindeki öteki kadın "tanrım bu adam kocam olamaz" diye bağırdığını duyar duymaz çıkageldi.
o sırada kadını çırılçıplak bir paçavra gibi yere sermiş olan adam bir yandan intikam alır gibi tecavüz ettiği kadına soruyordu: "hangimiz daha iyi, söyle hangimiz?"
'söylesene' dedi içindeki ikinci kadın, "o daha iyiydi, o hiç değilse insandı ama sen! sen ciğeri beş para etmez bir hayvansın desene"
aslında söylemek istedi kadın ama kusmaktan konuşamaz olmuştu.
sırtüstü yattığından, kendi kusmuğuyla boğulmak üzereydi nerdeyse.
işte ilk kez o zaman farketti gözyaşının rengini.
maviydi...
* * *
"o güller neydi peki" diye inledi adamın bu kez yüzüstü çevirerek tecavüze devam ettiği kadın.
çaresizdi ama böylesi daha iyi diye düşündü, hiç değilse yüzünü görmüyor, daha da önemlisi kusarken boğulma tehlikesi geçirmiyordu.
artık kurtuluş yoktu.
içindeki diğer kadın da durumu görünce sırra kadem bastı...
kaderine razı olmaktan başka çaresi kalmamıştı!
polis emeklisiydi adam.
işini bitirdiğinde ayağa kalktı.
tam ayağına pantalonunu geçirmişti ki, ani bir harektle kemerini söküp çıkardı pantalonundan.
yerde çırılçıplak yatan kadın bedenine rastgele vurmaya başladı vargücüyle.
bir kırbaç gibi kullanıyordu elindekini.
vurduğu yerden kan sıçrıyordu etrafa her defasında.
iki büklüm olmuştu kadın, kıvranıyordu yattığı yerde...
bu da yetmedi.
kıskançlıktan gözü dönmüştü.
hızını alamadı.
kollarından tuttuğu kadını banyoya doğru sürüklemeye başladı.
kafası sağa sola çarpıyordu kadının sürüklenirken.
çarpıyordu ama o acı hissetmiyordu.
yerdeki güllerin dikenleri derisini yırtıyordu adeta.
banyoya gelince bıraktı kadını adam.
bornozun kuşağını aldı ve kollarını arkaya kıvırıp sıkıca bağladı.
sonra da koltuk altlarından kavrayıp, atar gibi itti küvete.
öfkeli bir soğukkanlılıkla suyu sıcağa ayarladı ve seviyesi kadının çene kemiğine dayanana dek ayrılmadı ordan.
bekledi.
seviye yükseldikçe acısı katlanarak büyüyordu kadının.
parmağını bile oynatamıyordu.
herşey bir siluetten ibaretti.
ölüm çok yakınındaydı artık.
ve o en çok ölümün rengini merak ediyordu!
ölüm ne renk olabilirdi ki?
* * *
elindeki fotoğraftan kaldırdı kafasını, yaşı geçkin adama parasını ödeyip çıktı stüdyodan.
tabelaları okuya okuya yol boyu yürüdü.
ta ki avukat tabelası görene dek.
ilk gördüğü tabelanın önünde durdu.
şöyle bir etrafına bakındı ve emin adımlarla geçti apartmanın giriş kapısından.
asansör yoktu binada.
üçüncü kattaydı avukatlık bürosu.
koşarak çıkmaya başladı merdivenlerden.
ikinci kata gelince ikişer ikişer tırmandı.
üçüncü kata ulaştığında nefesi tükenmek üzereydi ama aldırmadı.
nefessiz kaldığında bile nasıl nefes alındığını öğrenmişti artık.
acelesi varmış gibi arka arkaya bastı zile.
kapıyı açan gencecik kıza "avukat bey nerde?" diye sordu.
"tam karşınızda duruyor, benim buyrun" dedi kız 'bey' lafına aldırmadan.
büyük bir hayal kırıklığıyla bakakaldı kızın yüzüne kadın.
yarı beline gelen bu kızla olacak iş değildi kafasından geçen.
kocası bu kadını yakalasa, tek eliyle limon gibi sıkardı alimallah.
şaşkınlığı geçmeden kız, yüzündeki ifadeyi okudu bir çırpıda.
içeriye aldı kadını.
bir bardak su verdi önce.
yeni demlenmiş çayı yudumlaya yudumlaya anlattı kadın meramını avukat kıza.
"bu gün kararımı verdim, boşanacağım" dedi ama "sen bu işi nasıl becerirsin bilmem" der gibi bakarak sordu 'yapabilir misin?'
yapabilirdi genç avukat.
hem de öyle yapardı ki feleği şaşardı adamın.
kızın kendinden emin tavrı etkilemişti kadını.
anlaştılar...
* * *
kadın yüreğini saran ışıltıyı çekip çıkardı koynundan ve gözlerine taktı vapura yürürken...
13 yıl aradan sonra pusluydu biraz ama olsun.
ışıltılı bakışlarıyla bindi vapura.
kıç tarafa gitti doğruca.
denize en yakın olacağı noktaya oturdu.
içindeki diğer kadını da çağırdı.
'otur' dedi, yamacıma otur...
'biliyor musun' dedi vakur bir ifadeyle, "şu gördüğün doğum kontrol hapı, boşanma dilekçesini verdi az önce. gördün di'mi?"
susarak sürdürdüler konuşmayıi
"biliyor musun" dedi bir kez da içindeki diğer kadına en suskun sesiyle "küçükken denizin tadına bakardım. mavi su tuzludur daima"
o yüzden masmavidir benim gözyaşım da...
hem de masmavi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder