hilal köyü geride kalmış, üzerinde “hakkari 110 – beytüşşebap 52” yazan tabelayı geçtiğimizde taşdelen ve yemişli’yi çoktan geçmiş, ortaköy’e doğru yol almaya başlamıştık.
süvari kotra geçidi'ne ulaştığımızda ırak yanıbaşımızdaydı.
2 bin 80 rakımlı geçit, dev bir kanyonu andırıyor.
deli deli akan bir nehrin üzerindeki tahta köprüyü geçtikten sonra arabayı durduruyoruz.
film karesini andıran bir görüntü.
köprüyü geçince bir eşik atlamış hissine kapılıyorum, nedense?
aslında sebebi yok.
sadece ortam böyle hissettiriyor.
eşik filan atladığımız da yok, süvari kotra geçidi’nin bendeki izdüşümü böyle!
400 – 500 metre ötede çok sayıda zırhlı araç var...
dağın eteklerinde sayısını kestiremediğim kadar asker…
köprünün diğer ucunda ellerinde çuvallarla bekleşen biri kadın üç köylü bakışlarını üzerimize doğrultuyor.
konuşma hamlesinde bile bulunmadan uzaktan uzağa kesişiyor bakışlarımız.
daha önceki geçişlerimizde gbt kontrolünden geçtiğimiz karakol da yerli yerinde.
ama bu kez kimse durdurmuyor bizi!
sanırım gece olduğunda sıklaşıyor kontroller.
arabaya dönüp devam ediyoruz yola.
sınır boyu bir yanımızda dizili duran ırak’a ait gözetleme kuleleri eşliğinde ilerliyoruz.
üzerinde ilerlediğimiz karayolunun bir bölümü ırak topraklarına karışıyor.
yorucu bir yolculuk, nehir yatağına paralel ilerleyen yol boyunca virajların biri bitmeden diğeri başlıyor.
yol üzerinde karşılaştığımız sivil araç sayısı üçü beşi geçmiyor; çoğu da minibüs zaten.
tabelaları izliyorum: şirnak 80, uludere 43 km. geride kalmış.
aşık mahzuni'nin bir türküsüne eşlik ederken buluyorum kendimi:
"sana bir güüün olsun, gülmedi hayat/ kaderi berbat merdo merdo, burasııı gurbet/ burasııı gurbettt.../ gelme deeemedimmmm mi merdo, dönme deeeemeeeedimmmm mi? vururlar seeeniii merdo merdoooo, söyyylemeedim miiii, söyyylemeedimmmiiii"
sevdiğim bir türkü bu, hemen sarılıyorum telefona, bağlama çalan bir arkadaşımdan ilk buluşmamızda bana bu türküyü çalmasını isteyeceğim ama telefon çekmiyor... içimden mesaj çekiyorum ben de!
yol başka türlü çekilmiyor ve türküler birbirini izliyor, "uuurfa dağlaaarındaaaa, gezeeer bir ceylaaaan aman anam, uuurfa dağlaaarındaaaa, gezeeer bir ceylaaaan aman anam, yaaavrusun kaybetmiş aman ağlııııyor yaaaamaa-aaaan, yaaavrusun kaybetmiş aman ağlııııyor yaaaamannn/
yarimin derdineeee, buluuunmaz deermaaaan aman anam, geeezme ceylan bu dağlarda seniiii avlarlaaar, anaydan baaabaydan yardan aaayrııı koyaaaarlaaaar"
"munzur (aslında ağrı dağı ama tunceli'deki devşirme söyleyişle öğrendiğimden ben munzur diyorum) dağın eteğiindeee, uçan güvercin olsaaaam, türkü olsam dillerde cano cano, diyar diyar dolansaaaam/ başımdaki sevdaaaayıııı karlı dağlara mı yazsaaaam, bu bendeki aşk deeeeğiiiil cano cano, söyle bana nere giiiideeeem"
türküler karşımızda beliren arama noktasıyla son buluyor.
müziği kapatıyor, kimliklerimizi hazırlıyoruz.
yine gbt kontrolü...
kaçıncı kez gbt kontrolünden geçtiğimizi hatırlamıyorum artık.
bagaj kontrolü için arabaya yaklaşan asker, çaktırmadan "bizi bir çek de anam görsün" diyor gülerek. biz de gülüyoruz!
bagajı ararken söyleniyor kendi kendine "kamera mamera,,, ıvır zıvıırrr"
kontrol noktasını geçtikten 10 dakika sonra bir keçi sürüsünün ortasında buluyoruz kendimizi.
"rica ederim önce siz buyrunnn" deyip el mahkum bekliyoruz keçilerin resm-i geçidini...
yeniden yola koyuluyoruz ama arabanın kilometre saati 20 - 50 arasında gidip geliyor.
yol asfalt olmasına asfalt ama üzerindeki çukurlar nedeniyle slalom yaparak gitmek zorunda kalıyoruz...
çukurca - hakkari yolayrımına geldiğimizde, bir başka kontrol noktasına daha geliyoruz. yolun bundan sonrasında artık rehberimiz zap suyu olacak.
bu yol kanyonu andırıyor.
sol yanımızda zap suyu sağ yanımız yalçım, sarp kayalıklar.
dimdik karşınıza dikilen dağların üzerindeki faylanmalar (geçmişteki yer hareketlerinin izleri) dikkatimi çekiyor.
müthiş bir evrim geçirdiği çıplak gözle bile görülüyor.
bu dağların jeolojik haritasını çıkarmak isterdim doğrusu...
ama şimdi jeologlardan çok sosyologlar, antropologlar, psikologlara muhtaç buralar... kısacası jeolog dışındaki bilumum 'log'lar için bir laboratuvar gibi buradaki dağlar taşlar.
üzümlü'den sonra hakkari'ye 10 km. kala yol üzerindeki yegane lokantanın önünde kapatıyoruz arabanın kontağını.
zira ekipteki herkesin açlıktan midesi sırtına yapışacak halde.
sabah kahvaltısıyla duruyorduk.
değil lokanta hilal köyü'nü saymazsak yol boyu çay bile bulamamıştık.
bu lokanta (çok kötü pişirmesine rağmen) balığıyla nam salmış.
alabalık yetiştiriyorlar.
havuzdan yakaladığı balığı, ortadan ikiye bölüp yağın içine atıyor.
ama açlık herşeye kadir olduğundan o vıcık vıcık yağda yüzen ve gereğinden fazla piştiği için kılçığıyla aynı sertlikte servis edilen balığa öyle saldırıyorsunuz ki, gözünüz başka birşey görmüyor...
biz de öyle yaptık ve yeniden düştük yola.
hakkari - van yol ayırımına geldiğimizde direksiyonu sola kırdık ve önce kontrol noktasını ardından da zap suyu'nun üzerindeki köprüyü geçerek hakkari'ye doğru tırmanışa geçtik.
işte yolun bundan sonrası ateş çemberi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder